-İbat ne oldu?
-Paşa öldü?
Gözüm karardı, içimi bir sıcaklık kapladı. Olduğum yere yıkılmıştım. At sırtındaki yolculuğumun belime yaptığı baskıyı şimdi hissetmiştim. Sırtımı İbat’ın oturduğu taşa dayadım. Ağlamıyordum ama gözümden yaşlar akıyordu. Paşa ölemezdi!.. Paşa’nın ölme hakkı yoktu!.. Turan onu beklerken, O nasıl ölebilirdi?
İbat bayatı söyleyerek ağlıyordu:
Dedin, Abı Derya ölmesin!
Gerek, sen mi öleydin ay Paşam!
Kanına bulanmış küçük Kur’an’ı
Naciye Sultan’a kim versin ay Paşam!..
Yalın kılıç gittin düşman üstüne
Makinalı mermilerinin hepsi göğsüne
Değse de düşmedin toprak üstüne
Men öleydim, sen duraydın ay Paşam!..
Nerede Türkistan, nerede Turan,
Türk-İslam Bayrağıydı göğsünde duran
Bayrağımı, Turan’ımı, Çegan’ı vuran
Kimdi deseler, ne deyim ay Paşam!..
İbat sırtını taşa, yanını da bana dayamıştı. Ne diyeceğimi bilmiyordum. Güneşin kızıllığı dağların arkasından gökyüzüne doğru dalga dalga yayılıyordu. Küçük bulut parçaları bu kızıllığın içinde kaybolmuştu. O koca Paşa bir güneş gibi kaybolmuştu ha!.. Hiçbir şeyden yılmayan, korkmayan Paşa, bizi nasıl bırakırdı. Oysa ben evimi, ocağımı bırakmış onunla beraber Turan’a gitmek için buradaydım. Ve şimdi diyorlardı ki, Paşa gitti!.. Buna inanmak zordu. Bir yanlışlık olmalıydı. Paşa çok zorlu yolculuklardan salimen gelmişti. Bu bir yolculuksa eğer, buradan da gelirdi.
Kırım’dan bindiği tekne parçalandı, o koca deniz Paşa’yı öldüremedi!.. Uçaklar düştü, öldüremedi!.. Kiralık katiller bile onu öldüremedi. Paşa, bu küçük Çegan tepesinde mi ölmüştü? Buna inanamazdım. Bu ölüm şekli Paşa’ya yakışmazdı. Mataramdan biraz su içtim:
-Nasıl oldu, diye sordum.
İbat birden yerinden fırladı. Gözleri parlıyordu. Az önceki bitkin, yorgun ve hasta adam gitmiş, yerine bir asker gelmişti.
-Nasıl olduğunu anlatayım mı?
-Anlat!
-İşte buralardaydık. Bir anda Çegan tepesinden ateş başladı. Şaşırmıştık. Düşman bu kadar yakınımıza kadar nasıl gelmişti. Hakim bir tepedeydiler. Burada kalsak hepimiz ölecektik. Belki geri çekilmek iyi olabilirdi. Ama o zaman da buradaki halkı kılıçtan geçireceklerdi. Paşa, hiç düşünmeden atına binip, kılıcını çekti.
Çok yakınındaydım. Yüzü biraz daha güzelleşmişti. Sadece “Allahü Ekber!” dedi ve tepeye doğru hücuma geçti. Atı hazır olan yirmi, yirmi beş kişi hemen paşayı takip ettiler. Biz de yaya olarak onları takip ettik. Karşıdan makinalı tüfek hiç durmadan ateş ediyordu.
Makinalı tüfeğin yanında ise diğer Ruslar siper almışlardı. Paşa’nın yalın kılıçla hücuma geçtiğini görünce paniklediler. Bizim yiğitlerimizin bazıları atlarından düşüyordu!.. Ama Paşa’nın o heybetli gidişi Rusları çok korkutmuştu. O anı görmeliydin. Ruslardan bazıları tüfeklerini bırakıp geriye doğru kaçmaya başladılar.
Paşa, bir ara sendeledi. Ben yere düşeceğini sandım; ama o durmadı, makinalı tüfeği kullanan askerin kafasını bir kılıç darbesi ile kopardı.
İbat, heyecanla anlatıyordu. Yüzünde artık üzüntü değil, sevinç ve gurur vardı:
– Yalın kılıç ve makinalı tüfeği düşünebiliyor musun? Makinalı tüfek susunca, kılıç bir daha havaya kalktı, inince öbür asker de yerdeydi. Bunu gören bir manga asker tüfeklerini atıp, teslim oldular.
Paşa ile beraber dört beş atlımız sağ kalmıştı. Paşa, hiç beklemeden tepeye doğru atını sürdü. Arkadaki ikinci Rus hattının makinalısı ateşe başlayınca, dörtnala giden Paşa’nın atı şaha kalktı ve ön ayaklarının üstüne düştü. Paşa kılıcını son bir kez daha salladı, sonra geriye doğru devrildi. Paşa yere düşerken bile kılıcını saplayacak birini arıyordu.
Sonra diğerleri atlarından devrildiler. Omuzumda bir darbe ve bir sıcaklık hissettim. Tüfeğimde elimden düşmüştü. Her tarafım kandı ama Paşa’nın yanına doğru gitmek istiyordum. Sonra gözlerim kararmıştı. Ayakta duramadım, yere çöktüm. Paşa boylu boyunca yerde yatıyordu. Bir ara Paşa’ya doğru sürünerek ilerledim. Sonra hayal meyal bir kara bulut gördüm. Rusların tepesinin üstündeydi. Sonra Paşa yattığı yerden kalktı. Bu defa üstünde beyaz bir elbise vardı. Yeniden atına binmişti. Atının kanatları Çeğan tepesini kaplıyordu. Ruslar kaçacak yer arıyorlardı. Çeğan Tepesi’ni korkunç bir çığlık sarmıştı. Dervişin kanatları kıpkırmızı kandı; ama yine de Paşa’yı gökyüzüne doğru uzaklaştırdı!..
Orada ne kadar kaldığımı bilmiyorum. Sonra yüzüme su serpip uyandırdılar. Yaram sarılmıştı. Paşa, elindeki küçük Kur’an’ı ile tam orada cansız yatıyordu… Devletmend Bey’de yanındaydı. İşte oraya tam vurulduğu yere defnettik!..
Eliyle tepeyi gösterip, devam etti:
-Paşa, bir Türk’ün nasıl ölmesi gerektiğini de bize gösterdi. Son bir ders daha vererek rahmete gitti. Düşmana da bir Türk’ün elindeki kılıçla, düşmanın makinalısına karşı hücum edebileceğini gösterdi. Buradan almamız gereken çok ders var, çook!..”